Göz bebeğine yansıyan kibritin ateşiymişçesine kavruluyordu
gerçekler. Gerçekler, ihtimallerle boğuşup varlık savaşına girerken, yine
bir gerçeklik arayışı sıkıştırırdı kalbi. Kalbi yarıp çıkmaya çalışan iri böcek
ağızdan çıkıp nefes almak ister. Hızlı akan kanla beraber artık kalbimize
yuvalananları serbest mi bırakmalıyız? Vücutta başlayan sancının nerede olduğu
anlamaya çalışırken gerçeklerin elden kaçtığı, gerçeklerin birbirine düğümlenip
tek olmanın mücadelesini verdiği, tek olmak istemeyenlere saygı duyup duymama
ikilemi sancı verir mideye. Mideyi yarıp serbest kalmak isteyen umutsuz sindirilmemişler
kaynamaya başlar. Bir umutla duvarı tekmeler.
Hangi deniziz? Hangi teliz? Neredeyiz? Yaşam boyu bunların hepsinin cevabını verip de gerçek bir soruyla karşılaşan bir balıktan daha aciz. Empati yapmak; insanlarla, hayvanlarla, bitkilerle yeryüzünde ne varsa hepsiyle empati yapabiliriz. Bir tek ölülerle yapamayız. Bizi çılgına çeviren, kaçıran, her şeyin başı ölüler değil mi? Ayak izleri, gülüşleri, gözyaşları nerede? Bilinmezlik ve ölüler insanlığa karşı gizli işbirliği içinde değil mi? Bu ölüler dünyanın en zeki, en varlıklı, en modern insanlarının aklını kaçırtıp onu sonsuzluk yalanına inandırmaya zorlamadı mı? Ve onlara sonsuzluğu vadeden varlığa bütün dünyayı kurban etmeye zorlamadı mı?
Senelerdir toprağın altında, ateşin savrulan kıvılcımında,
bedeni yeryüzünü mezar bellemişler insanlığa isyan bayrağını çekip son sözünü
söyleyip bizi bilinmezliklere boğup gitmediler mi? Bir insan nasıl…? Bu olacak
şey değildi… Biz insanız, dünyayı suçlamak ve var olmak için geldik. Bu yüzden
ölülerimizi hemen paketleyip süsleyip ortadan kaldırırız. Bunun içindir ki onların evi gözümüzden uzak
olmalıdır. Şehir dışında, ülke dışında, uzaya, daha uzağa… Biz onlara sırtımızı
döneriz, gerçekliğin bize sırtını döndüğü gibi.