Ne söylesek boş. Ne
yapsak. Hikaye yazsak boş. İzlesek de. Oynasak da boş ölsek de.
Yaşayamıyoruz da. Kendi çapında ünlü bir kadın elinin resmini
çekip sosyal medyada yayınlıyor ve onlarca insan elinin ne kadar
çirkin olduğunu ifade ediyor yorumlarda. İşte bu kadar boş.
Engelli doğulur belki. Kaza sonucu da olunur. Ama öğrenilmiş
engeliliğe ne yapsak boş. Uzay boşluğu deriz. Göremediğimiz
alanlara boş deriz. Ne kadar boş olduğu şüpheli ama terk edilmiş
ve asla geri dönülmeyen yerler ve olgular asıl boşluğu
oluşturur. Ne insan vardır ne cin. Ne şeytan ne ruh. Rüyalara
bile girmez o yer o insan. Kıyamet bile kopmaya gerek duymaz.
Cennet, cehennem bile yaratılmaz. Tepkiye söyleyecek bir şeyi
yoktur o etkisizin. O kadar boştur. Karanlık ve kölelik çağıdır
bu. Anlat anlat bitmez. Geçmişin salakları geleceğin fıkrası
olup kitapların arasında ifadesiz bakacak yüzlere. Geleceğin
mitolojisini yazanlar büyük kazık yemiş olanlar olacaktır. İşte
böyle bir boşlukta biraz doluluk oranına sahip olan delilik
sınırına yaklaşıp kendi seçimiyle ölmeden doğal yolla
burasını terk edene yalnız kahraman denir. Kahramanlarsa hep bu
zamana kadar kitleleler için mücadele etmişse de aslında kendi
vicdanıyla büyük savaşlar vermiştir. Kendi vicdanını susturmak
ve ikna etmek için yüksek sesle bağırmıştır. Bir sürüye ''
Yurttaşlarım... '' demiştir. '' Zekidir... '' '' Çalışkandır...
'' demiştir. Çünkü saydam ve zarı ince olan vicdan bir sürüye
bile acıyabilir. Ezileceğini bile bile. Kimse kimseyi kurtarmaya
gelmemiştir bu terk edilmiş yere. Herkes kendini kurtarmaya
gelmiştir. Öyle de gitmiştir. Gerçekler yıldızların gerisinde
kalan karanlık, dünya savaşından önce yaşanan bunalımmışçasına
sonuca odaklı yaşar ve ilk parlayanın üzerine konar. Bilinen ve
bilinmeyenle her bir nörondan ter akıtır. Bu bile harekete
geçmiyorsa sinir sistemini zorlar. Belki sonsuza dek. Belki rahmete
uğrar. Tek bir sinir hücresi yapamayan terk edilmişler bir eli
beğenmiyorsa sabahtan akşama kadar maruz kaldığı parmak
darbelerini hissetmiyorsa, bunu okuyan engelli birinin, evden
çıkamayan özel gereksinimli birinin ne kadar etkileneceğini tabi
ki tahmin edemez. Liderleri harcayan, insanlardan umudu olanları
utandıran bu çok acil işleri olan büyük insanlar, sürekli büyük
işler yaptığı telefonlarından ayrılmayıp, çok önemli
bilgiler paylaştığı sosyal medya hesaplarında hastanenin
ortasına eden kadını paylaşıp espri malzemesi yaptı.Kadının
dolaşım sisteminin hastalıklı olup olmadığını düşünemedi.
Akli dengesinin yeterli olup olmadığını tahmin edemedi.
Akrabalarının, çoluğunun çocuğunun olup olmadığını
bilemedi. Elektirikler gitmedi. Uydular çökmedi. Göktaşı
tepemize inmedi. Kadın sıçtı. İnsanlar güldü. Gece oldu. Uykum
geldi.
Pazartesi, Mart 30, 2015
Cuma, Mart 20, 2015
Koridor
Öyle güzeldi ki. Sessiz
koridordu. Bembeyaz. Sandalyelerden birinde oturuyordum. Yanımda
beyaz bir sedye vardı. O kadar. Biraz uzağımda morgun kapısı
açıktı. Beyaz kapısı. Bahçeye güneş ışığı vuruyordu. O
kadar sessiz ve huzurluydu ki. Morgun kapısı ileri geri gitmeye
başladı. Kafamı oraya çevirdim. Islık gibi gıcırdaması melodi
gibi geldi. Yankılanarak devam etti. Sonsuza kadar dinlerdim. Dünya
beni orada unutsa hayır demezdim. Orada barıştım ruhumla. Beynim
de koridor gibi bomboştu. İlk defa mutluluğa orada yaklaştım.
Kafamı duvara yaslayıp bu enerjinin vücuduma girmesini bekledim.
Daha fazla almak için nefes alacaktım ki morgun kapısındaki
görevli beni tavandan aşağı düşürdü. Şaşkınlıkla yanına
gittim. '' Görebilirsiniz. '' dedi. İçeri girdiğimde Babaannem
yatıyordu. Ölü birine ilk defa bu kadar yakından bakıyordum.
Yüzü normaldi. Sağ elimin işaret parmağımla yüzüne dokundum.
Yaptığım hareket utanç vericiydi. İyi ki yanımda kimse yoktu.
Onun öldüğüne üzüldüğümden değil de bu bilinmezlik
karşısında çaresizlikten gözlerimden yaş geldi. Bir an yüzüne
baktığımda kaşlarını çatmıştı sanki. Göz yanılması olup
olmadığından emin değilim. Onu orada bıraktım. Koridor büyüsünü
kaybetmişti. Evde ağlayanlar, tanıdıklar vs. Gömüleceği gün
bahçede halamlarla otururken birden balkonun kapısınan Babaannemin
bize baktığını gördüm. Vücudunun yarısı gözüküyordu.
Hiçbir şey demedim. Hayal gördüğümü düşündüm. O an
yanımdaki halam da diğer halama aynen şöyle dedi. '' Sevil, deli
olduğumu düşüneceksin ama ben az önce balkonun kapısında
annemi gördüm. '' O an ne yapabilirdim ki? Hiçbir şey demedim.
Babaannem gömüldü. Herkes eve sığmaya çalıştı ve gece
uyumaya çalıştı. Ben de salonda koltuğun üzerinde uyumaya
çalışıyordum. Işık sönüktü. Uykuya dalmaya yakın mutfağın
kapısının önünde babaannem bana bakıyordu ve ensesini
tutuyordu. Balkonda gördüğümde de ensesini tutuyordu. Öylece
özlermiş gibi, imrenirmiş gibi bakıyordu. Bedeni saydam ve beyaz
gri karışımı tam anlamıyla hologram tanımına uyuyordu.
Sessizce toplandım ve halamların odasına girdim. Aralarında
yattım ve ağzımda sakızı unutup uyudum. Sabah kalktığımızda
herkesin saçı başı sakız olmuştu. Daha sonra görmedim.
Mezarına da gitmedim. Şiddetli bir yirmi yedi yaş krizi
geçiriyorum. Hayatın çeyreği. Yaşayabileceğim her şeyi yaşayıp
ne kadar işe yaramaz ve başarısız olduğumu gördüm. Başarılı
gibi gözüksem de kimsenin yarasını saramadım ya da köleliği
biraz daha körükledim. Bir bebekle tekrar doğarım diye
düşünüyorum. Ona verebilecek bir şeyim ve umudum yok. Onu
dünyaya neden getirdiğime dair tatmin edici cevabım olmayacak.
Hiçbir şeye çare olmadığını daha çok berbat ettiğini ama
çelişkiler içinde boğulduğunu görünce belki benim gibi güçlü
olamayacak. Vicdanı ve gerçekler arasında sıkışıp kalacak. Bir
aşk bebeği daha solup gidecek ve bu sadece kendi sorunu olacak.
Benim suçluluğum bin kat daha artacak. Belki benim annemle
konuştuğum anlar gibi gözyaşlarını tutamayacak. Ağladığımı
izlememek için benden kaçacak. Hayattaki en büyük başarım
çocuğumun karşısında ağlamamak olacak. Belki rol yapa yapa
unuturuz ağlamayı. Belki mutlu etmek için gülümseye gülümseye
unuturuz bunları. O gerçekten mutlu olur belki, ben de belki. Belki
de hiçbiri olmaz. Yirmi yedi yıl savaşlarla, boş entrikalarla,
saçma umutlarla, tutkularla, kursakta kırılmış heveslerle dolu.
Bundan sonra da farklı olmayacak. Henüz dünyada ilahi devrim
başlamadıkça. Dünyayı kana bulamadıkça. Dünya çapında
özgürlük savaşı vermedikçe. Neden farklı olsun ki? Onca sanat
denilen eserler ve vaazlar bir tecavüzü önleyemedikçe? Nasıl
farklı olabilir androidle resmi çekilmiş bir tabak yemek yerini
yurdunu terk etmiş ve artık gözlerine mülteci bakışı takmış
insanın boğazından geçmedikçe? Milyonlarca benzer söylenmiş
cümleler hep havada kalmışsa? Vicdanlar mühürlenmiş, kibirden
bir iş yapamaz hale gelmişse? İnsanın bir tarafları acıyor ve
boydan boya yarılıp kanıyor anlatabiliyor muyum? Boşa
konuşmaktan. Boşa konuşmak öyle acı vericidir ki bir sınıfın
siz bir şey anlatırken yüzünüze bakmaya gerek duymadığınızı
düşünün. Ve bunun sebepleri milyonlarca ve hiçbir şey
yapamadığınızı. Hadi o kadar kafama takmayayım o zaman.
Hamallığımı ve eşekliğimi sineye çekeyim. Çekmezsem de bir
yirmi yedi yıl savaşlarla geçsin. Geçsin geçsin ama çok çabuk
geçsin. Beyaz koridora nasıl geldiğimi anlamayayım bile.
Çarşamba, Mart 18, 2015
Yalnızlık
Bu mendeburluğumu ve
sertliğimi tam yetişkin olmama mı bağlamalıyım yoksa.... ''
Yoksa'' sı dipsiz okyanus. Karayı unutup diplerde ömür
geçirebilirim ama ağlar, kancalar peşimi bırakıyor mu ki?
Gerzek, kabukları dökülen yeryüzünde az zamanla yetinip
yoğunlaşmak bile imkansızlaştı anlamsız sinyal sesleriyle,
bildirimlerle. İnsan kendisini özler hale geldi. Oysa bir şeyler
var. Çok enteresan şeyler. Belki yeryüzüne cenneti indirecek
şeyler. Belki de her şey çok basittir. Biz karmaşıklaştırıp
gözümüzde büyütüyoruzdur. Aslın kısa yolu bizdedir. Daha
kendimizi keşfetmeden, analiz etmeden başkalarına kıyafet
giydirmeye çalışıp kıyafetlerimizi değiştiriyoruzdur.
Yalnızlığa, çok yalnızlığa, bolca yalnızlığa ihtiyacımız
var. Ama insan çalışmak zorunda. İnkar edilemez fakat hiç
değilse günde birkaç saat yalnız kalmalı. Sessizlik. Sessiz
kalınca bir kavga başlıyor. Öyle şiddetli bir anlaşmazlık ki
bütün karşıtlar ordularını toplayıp kıyasıya savaş veriyor.
İşte kan akıyor. Dıştan gözyaşı gibi gözükse de. Evet, kolay
değil. Ama alışılıyor. Dışarıdan çok içerisi karmaşık. Bu
savaşın kazananı hemen belli olmuyor. Birkaç defa içteki
milletler birbirinin üstünden geçmesi gerekiyor. Kaybeden siyahtan
griye sonra beyaza dönüşüp yok oluyor. Kazananlarla başbaşa
kalıp '' Sizinle şimdi ne yapacağız? '' sorusu yeni bir savaş
başlangıcına neden oluyor. İşte bu kazananlar işgalci bilgilere
ve ilizyonlara kazmalarla küreklerle saldırıyor. Yeni savunma ve
parçalama teknikleri geliştiriyorlar. Sonra bunların canı
sıkılıyor. Ordu savaş istiyor. Tahttan indirmekle tehdit ediyor.
Küreklerini zihimin zeminine vurup midemi titretip göğsümün
ortasına sıkıntı veriyor. '' Ama çalışmam lazım. '' desem de.
'' Ya sıkıntı yok hallederiz. '' diyorlar. '' Hay ben sizin... ''
diyorum. İşte yolculuk bundan sonra başlıyor. İlginç sonuçlara
varıyoruz. Eğleniyoruz.
Hal böyleyken bir
telefon geliyor. Yanımdaki '' İnstagramdaki fotoğrafı kaldırmam
gerektiğini söylüyor. Ucuz kadınlar öyle yaparmış. '' diyor.
Bunu söyleyenin, telefon edenin, sokakların, dünyanın elini
kolunu bağlayıp hücreye tıkayasım geliyor. Ağlamalarını
dinlerken parmaklarımda kalem çevirmek istiyorum. '' Ucuz kadın...
'' ucuzum tabi. Çok pahalı bir şey değilim bazıları gibi. Kim bana
değer biçip fiyatımı belirlemiş bilmiyorum ama ucuz olduğumu
benden başka kimse bilemez. Yalnızlık her şeye panzehirdir. Çıkış
yoludur. İnsan kendisiyle uğraşmaktan başkasına kulp takmaya
vakit bulamaz hale gelir. Ucuz kadınlarla pahalıların Allah'ın
ışığı altında eşit olduğunu anlayana kadar dünya
yalnızlıktan gebermelidir. Beyin melodi uyduracak kadar kulakları
sessizlikten çınlamalı, gözleri kendi rengini görecek kadar düz
bir zemine bakmalıdır. O zaman göğüs ve bacak bizim için bir
şey ifade etmeyecektir. Bütün bu inşa ve birikim yok olmak
içindir. İnsanın herşeyinden kurtulması içindir. İnsanlardan,
eşyalardan, sesinden, kendinden, bedeninden. Aracı amaç olarak
görenlerle asla savaşılmamalıdır. Çekip gidilmelidir. Yalnız
kalması için.
Salı, Mart 17, 2015
Selam
' Nasılsın? ''
Dışarı çıkmak isteyen bir yaratık
var içimde. Göğsümü yumrukluyor. Zihnimde çığlık atıp
duruyor. Onunla uğraşıyorum. Sen nasılsın?
'' İyiyim. Sen nasılsın? ''
'' Ben de iyiyim. Nasıl gidiyor? ''
Basbayağı. İşi çıktığı için.
O sebepten bu sebepten. Kayıp düşer gibi mükemmel gidiyor.
'' Gayet iyi. Sende durumlar nasıl?''
'' İyi işte. Neler yapıyorsun? ''
Saniyeleri izliyorum. Seni izliyorum.
'' Hiç. Çalışıyorum. Sen?
'' Ben de. ''
Ben de. Keşke bir saniye olup
ilerleseydin. Saatin içinde kaybolup gitseydin. Görüşürüz bile
demeden sonsuz zamanlardan birine düşseydik. Ee?
'' Dışarı çıkalım mı? ''
İçeri girelim mi? Vücudumun içinde
dönüp duruyorum. Sen yapabiliyor musun? Pencerelerim çıkmak için
çok küçük. Sadece izleyebiliyorum. İstediğim yöne
çevirebiliyorum. Kapatıp açıyorum ama çıkamıyorum. Beni
duyuyor musun?
'' Çıkalım. ''
'' Hazırlanıyorum o halde.''
'' Ben hazırım. ''
Perşembe, Mart 12, 2015
Şunun Şurasında
Sıkılıyorum. '' Vallaha Tıhanıyorum. '' Neresinden tutsak elimizde kalacak bir konu. EVLİLİK. Evlenmek, hani şu iki insanın birbirini seven de olur, aynı evde yaşaması. Beraber yaşlanma başarısını göstermesi. Bu kadar. Bunda abartılacak ne var? Çocuğuna hayatı boyunca pek fazla güvenmemiş türk ailesinin anlayışı abartıya ihtiyaç duyar. Çocuğu koruyup kollamayı fazla abartmışlardır çünkü. '' Biz bu yaşa kadar çocuğumuzu yetiştirdik. Tabii ki de en güzel, en başarılı, en düzgün ailesi olan biriyle evlenmesi gerek evladımızın. Düğünü çok güzel olmalı. Herkes gıpta etmeli. Dost var düşman var bıdıbıdıbıdıbıdı.... '' Kendilerinden koruyamadığı çocuğu aşırı temizlik kaygısından alerji olmuştur ya da psikolojik problemlere sürüklenmiştir. Ve onlara düşünme ya da hareket fırsatı vermemişlerdir. Bu yüzden de evlenecek sudan çıkmış balık evlat hayat hakkında pek deneyime sahip olmayıp evlenince de kullanma klavuzu olarak yine ailesini kullanacaktır. Hatta torunlar bile kendi ailesi ve dedeleri tarafından ikileme düşürülecektir. Bu kaostur yahu? Bunlara ne gerek var? Bu anneye babaya ya da geleneklere saygısızlık değil ki. Böyle gelenek olur mu? Cennet sadece annelerin ayaklarının altında da değil. En eğitilmiş ebeveynlerden, en cahil ailelere kadar böyle. Zincirleme kazalar. '' Eğer bir çocuk kar yağarken dışarı çıkmak istiyorsa çıkma demeyeceksin çünkü çıkmaması gerektiğini kendisi anlamalı. '' dediğimde '' Ayy öyle deme çocuğun olunca anlarsın. '' diye verilen tepkiler vicdan derinliğimi gerçekten ölçmüş olmalı. '' Bir çocuk sandalyeye çıkmaya çalışıyor ve arkadaşı onu kaldırıp sandalyeye oturtuyor. Babası da arkadaşına diyor ki: Sen ondan ne çaldığını biliyor musun? '' İşte çocuk yetiştirmek bundan ibaret. Düşebilir, ağlayabilir, çok acayip tercihleri olabilir yani biraz kendi başına bırakın şu çocukları. Dengeyi gözeterek tabi. Doğruyu gösterin ve düşünme fırsatı verin. Onun yerine düşünmeyin ya da ödevlerini sırtlanmayın. O zaman da kiminle evleneceğini o kadar düşünmezsiniz. Çok abartılı seramonilere ihtiyaç duymazsınız. Bir kere o düğünlerde kimse eğlenmiyor ki herkes yakınlığını samimiyetini belli etmek için orada bulunuyor. O kadar insan onuruna sığmayacak şeyler var ki mesela takı takılırken kamera kimin ne taktığını kaydediyor ya da o benim oğlumun düğününe gelmedi ben de onun düğününe gitmem diye birbirlerine '' diss atan '' üçüncü dünya ülkesi zihniyetlerine bir şey beğendirilmiyor.
Sevgi az tüketim çok. Gelenek çok saygı yok. Bir kere de bu zincir kırılmıyor. Sonuç da kabak gibi ortada.
Sevgi az tüketim çok. Gelenek çok saygı yok. Bir kere de bu zincir kırılmıyor. Sonuç da kabak gibi ortada.
Çarşamba, Mart 11, 2015
Gündüz Gözüyle
Uyku düzenimi oturtunca
daha düzenli, daha uyumlu, adeta sevgi sıçan biri olma umudum vardı
başlarda. Derse tam vaktinde gidiyordum. Yapılması gerekenleri
yapıyordum. Akşam geç olmadan uyuyup kalıyordum. Azılı ergen
gibi kulağımda death metalle uyumuyordum. Hatta hiç müzik
dinlemiyordum. İnstagram'a bakıp, sevgili kontrolleri yapıp, eşi
dostu stalklayıp uyuyordum. Ne gaybten beklentim vardı ne de böyle
insanlığı ileri taşıyacak hayallerim vardı. Hayal kurmuyordum. En büyük hayalim vizelerde yüksek not alıp finallerde rahat
etmemdi belki. Daha fazla kilo verip seneler önceki bedenime dönmek
olması gerekenlerdi. Gündüz insanı olarak arkadaşlarımla
genelde ikili ilişkiler hakkında konuşur. '' Haha! Ne mal
çocukmuş! Tam kezbanmış. Olmaz olsun!'' larla ilişki bağlarımı
sımsıkı örer, linç edilecek kişi bizi birbirimize daha çok
yakınlaştırırdı. Mekana gidince eğlence unsuru olarak tipsiz
bir karşıt cinsi yerden yere vurur bizim gibi moda otoritelerinin
gözünün görmemesi gereken yere itelerdik. Bizim sevgilimizin
aklını çelecek kızın götüne pıçaa saplayıverirdik. Kitap
okuyacak vaktimiz yoktu. Eskilerle idare ediyorduk. Edebiyat,
teknoloji, dünya entrikaları hakkında söz açtırmazdık. Biraz
AKP'ne giydirir, biraz yobazlara söverdik. '' Ya benim de kürt
arkadaşlarım var ama ülke bölünemez kardeşim özgürlük
falaaan!'' değişmez açımızdı. Biz gündüzleştikçe
ideallerimiz de gözle görülür hale geldi. '' Şuna bak kesinlikle
bunu benimkine aldırmalıyım. '' '' Şunun sevgilisi ne yapmış
gördün mü?'' diye uzayan giden muhabbetler çok güzel bir eve
acayip lüks dekorasyonlara varıyordu. Bir ayın sonunda yine ikili
ilişkilerden bahsedip konu bakıma gelmişken aslında ayak
parmaklarımız için çok güzel şeyler düşünüyorum, kirpik
aralarımız için bir peeling varmış. Elma çekirdeğini ezip
kulak arkalarımıza sürmeliyiz nidalarının arasında '' Ya
aslında böyle değil '' diye kendi kendime şişip şişip kabarıp
kabarıp sönüyordum. Birden aklıma çocukken sıkıcı öğlenler
geldi. Ne sıkcı öğlenlerdi onlar. TV'da Türk sinemasının
olduğu. '' Ben bir lavaboya gideyim. '' dedim ve klozetin karanlık
serin boşluğundan korkan popom aklımı yukarı fırlattı. Tekrar
oturduğumda sırf beni deli etmek için söylenmiş söz gibi '' Biliyor
musun? Makyaj fırçamı bebek yağıyla yıkıyorum. Teyzem de öyle
yapıyormuş. '' sözünden sonra '' Ben gidiyorum. '' dedim. '' Aa!
Nereye? '' '' Uyumaya. ''
Salı, Mart 10, 2015
Geçmiş Kabus
Kararmış, incelmiş yumuşak toprağın
üzerinde yürürken ayaklarıma bakıyorum. Ayaklarıma bakıp
yürürken etrafımdaki kaosu sezebiliyorum. Bomba atılmış gibi
darmadağın olan şeylerin arabalar mı yoksa evler mi olduğunu
çözemiyorum. Göğün yere biraz daha yakınlaştığını ve
simyah olduğunu ve bu karanlığın sonsuzluğa gittiğini
sezebiliyorum ama kafamı kaldırıp etrafıma bakamıyorum. Bu
basık, bunaltıcı hava beni de sıkıştırmaya başlıyor.
Alevlerden duvarları dökülmüş, her yeri gözüken, hala kızgın
olan binanın önüne geldiğimde kulağıma inlemeler geliyor. ''
Kurtarın bizi! Yardım edin! '' diye yükselen çığlıklar beni
orada donduruyor ve dehşet içinde izlemeye devam ediyorum. Binanın
temelinde yanmış ve kararmış ama hala canlı olan erkek bedenleri
yamuk yumuk yürümeye çalışıyor. Duvarlara kör gibi bakıyor.
Yine çığlıklar yükseliyor. Ne yapacağımı bilemiyorum. Aşağıya
inen bir asansör var. Onunla aşağıya inmek istiyorum. Bunun için
bir hamle yapıp yanımdaki demire tutunduğumda hala kızgın olan
demir avucumu yakıyor. Asansöre atlıyorum. Ama asansörün bir
tarafının ipleri kopuk ve feci sallanıyor. İnemeyeceğim diyorum.
Asansör bozuk. Kendimi tekrar toprağın üstüne atıyorum. Yanmış
bedenler çığlık atmaya ve yürümeye devam ediyor. Gökyüzüne
bakınca hala simsiyah olduğunu fakat iki tane yıldızın berrak
şekilde parladığını görüyorum. İçim eziliyor. Çok
üzülüyorum. Terlemeye başlıyorum. Ne yapacağımı bilemiyorum.
Sıkıştım kaldım ve boğazım yanmaya başladı. Burnum da.
Nefesimin tükenmesine yakın dehşete kapılıp çığlığımı
bırakınca karşımda penceremi gördüm. Dolaplarımı. Salondan
ışık geliyor. Arkadaşlarım evde. Yatağımdayım. Hava kararmış.
Terlemişim. Su içmeye ihtiyacım var. Ne iğrenç kabustu. Nefes
alıp rahatlamaya bunu uzaklaştırmaya çalışıyorum. Kahveyi
düşünüyorum. Kahve yapıp arkadaşlarımla salonda otururum
muhabbet ederiz diye düşünüyorum. Kalktım ve mutfağa gittim.
Suyun kaynamasını beklerken arkadaşımla uzaktan uzağa
konuşuyoruz. Beni acilen odaya çağırıyor. Kahvemi hazırlayıp
yanına oturuyorum. Ekranın alt kısmında kırmızı şerite bakıp
kalıyorum. '' Soma'da Maden Faciası ''
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)