Aşkı hormonal
tepkimeler deyip bir kenara atmamalıyız aslında. Hayatı yaşabilir
kılan, öyle ya da böyle sevmeyi öğreten deneyim. Özenlice
kurulmuş masada bardakları devirmek ya da teoriyi alt eden pratik
gibi. Neden başkaları bu hisleri tetiklemiyor da neden bir kişiye
mahsus oluyor bunu yapabilmek? Belki doğru anahtar aşık olunan
kişidir. Biz de kapıyızdır. Güzelliklere açılan kapı. Bu
dengenin genlerle alakasının olup olmadığı da muamma.Yaratılanın
güzelliğine ve mükemmelliğine böyle varıyoruzdur. Ona gerçek
değeri ister istemez veriyoruzdur. Aşık olunan kişinin sahip
olduğu uyuma saplanıp kalıyoruz. Saçlarından yüzüne, yüzünden
omzuna, ayaklarına kadar. Böyle bir şey nasıl olabilir diye ilk
kez insan görmüş gibi izlemekten haz alıyoruz. Aşık olunanın
gözlerine bakarken kişi kendini hissetmiyor. Bunca zaman hiç var
olunmamış, varlık onda toplanmış. Bu noktada araya hiçbir şey
girmemelidir. Kıyafetler bile. Bu durum kısa sürer ve dünyevi
şeyler, nefsimiz girer. Bu hayranlık ve keşif yerini tedirginliğe
bırakır. Kişi kendinin var olduğunu hissetmesi aşık olunan
kişinin insan olduğunu fark edince ortaya çıkar. Birlik bozulur
ve tekrar bir olmak için sarfedilen çabalar yerini rezil
savunmalara, mükemmelliyete yakışmayacak durumlara bırakır. Kalp
kırıklığı dünyanın altında kalmaya benzer. Bu artık aşk
değildir. Nefes almayı sağlayan taze oksijen artık yakıcı
hidrojen olup gözlerin kızarmasına neden olur. İşte aşk bu
kadar kısa ömürlü ve kırılgan. Bedeli ne olursa olsun kapı
açılmış, kişinin sevme yeteneği biraz daha keskinleşmiştir.
Yüksek dozda aşklar farklı boyutlara kayıyor. Kesinlikle bu kadar
devasa hislerin bazı kişilerin haketmediği anlaşılır. Kişi
hisleriyle baş başa kalır. Duygu var ama ona yakıştıracak nesne
yoktur. O zaman anlaşılır ki bu aşk başka bir şeye ait.
Dünyadaki varlıklardan daha üstün varlığa. Onu asla kırmayacak,
kırılmanın olmadığı, devamlı tazelenmenin olduğu.
Tazelendikçe daha çok aşık olunan varlığa ait olduğunu. Gülün
yaprakları arasından çıkan kokunun yokluk mutluluğu ya da güneş
batarken denizin üzerinden sürünüp gelen yel gibi ruhu parlatıp,
güneşi yakalamak için denize koşma gücü veren olmalı. Gerçek
aşkın gölgesi bazılarının üzerine düşer. Burada bir olma
provası yapılır. Sadece provadır. Kalbimiz kırıldığında
denizin üzerine bırakmalıyız hislerimizi güneşe koşup yanması
için. Kırılmış kapıdan ibaret olan kalbimiz artık açık
kalmıştır. Güzellikler artık herkese açıktır. İkinci bir
kırılma mümkün değildir en fazla kapı sökülüp atılır.
Gerçek tazelenme bahçeden gölgesini esirgemez. Koparılsa da yine
yeşerebilir. Gözyaşları bütün bahçeyi yeşertmek için
yeterlidir. Doğanın basit kanunudur. Fakat insan yapımı olan ve
yine insan tarafından kırılıp söküp atılan kapı yoktur artık.
Hayat önümüze ne getirirse onu yaşarız. Yeşeririz, kururuz.
Prova ve palavra bitmez.
Perşembe, Şubat 26, 2015
Pazar, Şubat 22, 2015
Kabala Öğretisi Dizisi: The Lost Room
Yine kabala öğretisi dizisiyle karşı
karşıyayız: The Lost Room. Dizi
bir oda ve bu odadaki olağandışı güçlere sahip günlük objeler
etrafında geçmektedir. Baş kahraman Joe Miller, odada kaybolan
kızı Anna'yı kurtarmak için bu objeleri araştırmaktadır.
1960'larda Route 66'da tipik bir motel iken bir yıl sonra "olay"
adı verilen durum sonucu gerçek zaman ve uzayın dışında bir
kayıp oda belirmiştir.
Sci-Fi
Channel'ın oldukça ses getiren 2006 yapımı bu 3 bölümlük mini
dizisi IMDb'de 8.2 puan almıştır ve Lost Room bugüne kadar Sci-Fi
Channel'ın hazırladığı en iyi dizilerden biri olarak
gösterilmektedir.
İz
sürücüler sembollere ve artık tılsımlaşmış sembollere dikkat
eder. Tılsımsa bir nevi kodlamadır. Kodlama da bilgilerin
sıkıştırılmış ve kısa halidir. Haliyle gizem kazanıyor ki bu
kodlamalar yıllarca kullanılıyorsa, sıradan görünen sayılar ve
semboller beyin enerjisini hedef almışsa. Bunun açık örneği 11
Eylül saldırıları öncesinde yapılan operasyonlardır. Araştıran
bulacaktır. Artık bilinen gerçek ki çok tutulan herhangi bir
eser; kitap, sinema, müzik de dahil kabala gibi
öğretiye hizmet etmek ya da kapalı anlamda siyasi propaganda
yapma amacı taşır. Çoğunluğu böyledir.
The
Lost Room'a gelecek olursak: Dizide Hayat Ağacı ( Allah'ın
gizemlerini ve insanın çakra haritasını taşıyan ) sayıların
ve gezegenlerin olduğu haritadaki sayıları görecektir. Olmayan
sayıyı da. Örneğin Allah'a ulaşma anlamı taşıyan on rakamını
da.
Her
şeyin başlangıcı denilen yerde bir motel vardır ve odalar bir
numaradan dokuz numaraya kadar sıralanmıştır. Onuncu oda
çalınmıştır. Motelin adı ( Sunshine ) Güneş logosu taşıyor.
Güneş'in kabalacılarda Baal Marduk'un Güneş hali. Ne anlama
geldiğini araştıranlar bulacaktır.
İşte
bu odalarda bazı maddeler insanlara doğa üstü yetenek veriyor.
Örneğin: Tarak, zamanı durdurma. Anahtar: Boyut değiştirme.
Bilet: Mekan değiştirme, herşeyin başladığı yere dönme. Ve
tabiki de göz. Ve bu maddeler sanki beynin sahip olması gerektiği
ve sahip olabileceği özellikleri konu ediniyor ve bazı maddeler
özellikle baş bölgesi kullanılarak çalışıyor. Ve dizinin
sonunda kişi kendini asıl madde yerine koyarak istediğini almak
için kendini feda ediyor. Bir nevi de ruhunu satıyor.
Hakan
Yılmaz Çebi de Medyada '' Cinlenmek Güzeldir '' propagandası
yapıldığını ileri sürmüştü. Bizim medyamıza baktığımızda
olayın tersi gibi durumlar var. Mesela son zamanlarda çekilen büyü,
cinler, büyücülük gibi filmler insanı büyü yaptırmamaya ve
ondan alıkoyma amacı güdüyor. Yaşanan rezaletleri ve cehaletleri
de göz önüne seriyor. Yalnız atladıkları bir nokta var. Ezan
sesini korku unsuru olarak kullanan yönetmeler acaba ne yaptığının
farkında mı?
Bana
'' Hadi Oradan komplocu '' diyen ununu elemiş duvara asmış. Hayat
ağacının şifresini çözmüş beni beğenmiyor olmalı. Daha
kendi beynimizi çözemedik. Doğru. Çözmüş olabileceğini
düşünenler de artık metafizik boyutla, bilinçaltıyla çalışıyor.
Rüya istihbaratları, askeri deneyler, metafizik istihbaratlar,
beyin algı yönlendirme, CIA alıcı – verici beyin dalgası işkenceleriyle delirenler ve bu işkencelerden '' La ilahe İllallah '' diyerek kurtulan kişi de var. Nasıl kurtulduğuysa insanın
aurası koruma kalkanıyla alakalı. Nazardan korunma da buna
örnektir.
Çarşamba, Şubat 18, 2015
Unutmak
Unutmak... Tıkanan soba bacası gibi
damarların is ve kömürle dolması. Bağlantı kuracak ne varsa
sıkmak, kangren olmasını beklemek. Unutma isteğinin sarmaşık
gibi her şeyi sarması. Ruhu vücuduna hapsetmek. Düşünceye
düşman, körlükle barış içinde yaşamak. İste iyi olmanın
yollarından biri de bu. Biriyle küs olduğumuzu unutturan ilahi
ışığın fosfordan yansıması için plastiklere ihtiyacı var
artık. Deniz kabuğunun içine girip kaybolamıyoruz ya da bir
balığın peşine takılıp gidemiyoruz. Yansıtılan o kadar çok
ki ışığın nereden geldiğini göremiyoruz. Unutmak... Raylardaki
birbirine paralel levhaların gittiği yere kadar sayacak hafifliğe
ulaşmak. Duyularımızı keskinleştiren kokuların burnumuza bir
şeyler fısıldadığını unutmak için çiçeklerin üzerine
asfalt dökmek. Asfaltlarla kilometrelerce yol yapıp gökdelenin
tepesine kadar çıkmak. Ne kadar yol yaptığımıza bakmak için
dönüp sırtımızı havadan ibaret yola bırakmak. Unutmak
çalışmak, unutmak öfke, unutmak beyindeki bütün renkleri
öldürüp dışındakileri boyamak. Daha çok boyaya ihtiyaç
duymak. Bütün gerçekliği boyamak. İşte iyi olmanın yolu
bunlardan biri. Duvarlar örüp üzerini sıvayla kapladığımız,
siyaha boyadığımız duvarı delip geçen ışık, çocuğun
aynayla yüze yansıtma oyunları oynaması gibi sinir bozucu bazen.
'' Kim yapıyor bu aptalca oyunu? '' diye sokaklara çıkmak
soruyu unutup bir arabanın
sarsıntısında kendine gelmek unutmak. Unutmak tekrarla aklı
felce uğratıp bir pazarlama şirketinin kölesi olmak, anlamazla
sonsuz tartışmaya girmek. Ağlamayı unutmak. İlahi ışığın
içeri girip aşamayacağı kadar taşlaşıp medeniyetin altında
kalmak. Dünyanın çekirdeğine inilse bile bulunamamak.
Salı, Şubat 17, 2015
Hakan Günday: Malafa
İnsanın ilk öğrendiği
şey; neden ve sonucu birleştirmek, düşünmektir. İlk unuttuğuysa
düşünmektir. Düşünceden uzaklaşıldıkça neden ve sonucun
arasına öncelikle gündelik yalanlar girer, daha sonrasında hayat
boyu sürecek kendinden kaçışın sığınağı olan zehirli
dikenlerle kaplı bağrıyla bekleyen kapitalizm.
Malafa; günde
milyonlarca dolar ticaret yapabilen turizm merkezlerindeki
tezgahtarları anlatmış.
Tezgaha tezgah atanlar,
tezgahın altında kalanlar, üstünde sevişenler ağa yakalanan ''
Ahçik'' lerin kazıklanabildiği kadar hayatta kalabilirdi.
Turizme çıplak bakış
ve yine can alıcı aforizmalar var. Her tezgahtarın tezgahtar
olması için geçmişinde büyük başarısızlıklar ve günahlar
olmalıdır. İnsanlığın düştüğü tezgahta satın almaktan
başka çare yoktur.
Cumartesi, Şubat 14, 2015
Khaled Hosseini: Uçurtma Avcısı
Uçurtma Avcısı'nı
okuyanlar Khaled Hosseini'nin hayatıyla ilgili büyük ölçüde
benzeşen ögeleri görecektir. Afgan kültüründe ve sosyal
yaşamındaki çelişki ve çarpıklıklarına acımasızca
yaklaştığı açık ama Bin Muhteşem Güneş'te de görüldüğü
gibi Amerika'nın propagandasını yapmaktadır. Örneğin: Rusya
yıkım getirirken Amerika kaçış yeridir ve sanki terör
olaylarıyla alakası yoktur. Belki kendisi Amerika'da doktorluk
mesleğini yaptığı için oraya eleştiride bulunamamıştır ve
hıncını bunları hak eden Afgan halkından çıkarmaya
çalışmıştır. Yaptığı bu ikili yaklaşım göze batan şekilde
ve bu kitap sekiz milyon satmıştır. Kurgudur, romandır vs. Fakat
bu da algı yönlendirmesidir.
Her iki kitapta aynı
yaklaşımlarda bulunması tıpkı dünyaca ünlü vasat yıldızların
yapması gereken görevlerden birine benziyor. Reklam, yönlendirme,
istenilen mesajı verme vs...
Sürükleyicilik yıkımdan
beslenmiş. Yoğun çarpıcılık kitabı boğmuş ve okunamaz
hale getirmiş. Eleştirdiği Afgan halkından farkını göremedim.
Bu da Ermeni soykırımını kabul ettiği için Nobel ile
ödüllendirilen Orhan Pamuk'a benzemiyor mu? Zaten bu kitap da
Penguin/Orange Readers grup ödülünü almış. Sinema için
biçilmiş kaftan. Ağlamak isteyenler için ideal. Tescillenen
eserlere şüphe ile bakmalıyız ve kesinlikle populerizm kaygımız
olmamalı.
Salı, Şubat 10, 2015
Piskopat Anılar - Olur Böyle Şeyler
Bursa karlar altındaydı.
Yolda zar zor yürüyorduk. Sevgilimle beraberken yanında düşmekten
korkuyordum. Buna rağmen sevgilim onunla yürürken beni bilerek
itekliyordu. Tavuk gibi çırpınıp ona düşmemek için tutunmam
sadistçe zevklerinden biriydi.
Bir ara Edirne yine
karlıydı. Yanında güzel görünmek için sivri topuklu çizme giymiştim. Fakat bunu fırsat bilip cadde boyunca kolumu bükerek
yürüttü. Hem gülmekten kaslarım gevşediği için yürüyemiyordum hem
de botlarım ayaklarımın altında sürükleniyordu. '' Yapma '' dedim '' Etme '' dedim '' Bak seni öldüreceğim! '' dedim. Dinlemedi. Sular ve karlar
içinde kaldım.
Bir gün yine karlı bir
gündü. Sevglim amfi tiyatro binasında arkadaşlarıyla beraber
grup çalışması yapıyordu. O gitar çalıyordu. Onu dinlemek için
sık sık giderdim. Onu çalarken izleyip hem de bana yaptıklarının
hesabını sormak için boş anını bekliyordum. Bunu sezdiği için
arada bir beni kesiyordu. Ama ne kabloyu çekecek fırsat bulabildim
ne de şarkıyı berbat edecek bir hamle. Çalmayı bitirdikten sonra
'' Çok güzel çaldın aşkıııım '' deyip şaka amaçlı bir
kere vurdum. O da aynı ölçüde karşılık verdi. Sonra bu nasıl
olduysa bir kavgaya dönüştü ve biz ağız burun birbirimize
girmeye başladık. Ben yere düştüm. Sevgilim belime tekme attı.
Ben ağlamamak için kendimi zor tutup kendimi koridora attım. '' Haha! Bir şey yok ya. Ne kadar elin ağırmış aşkım. '' desem de '' Eve
gitçem ben yaaa!! '' diye ağlamaya başladım. Beni durdurmaya
çalıştı. Koridorda koşuştuk. Beni zor yakaladı. Ama ben eve
gitmeyi kafama koymuştum. Hem onu dövememiştim üstüne dayak
yemiştim. İçime çok oturmuştu. Sandalyelerde adliye binasında
oturur gibi burnumu çekip ağlıyordum. Arkadaşı olan Mehmet gelip
'' Ya olur böyle şeyler '' dediyse de olayın şokunu
atlatamamıştı. Herkes çıkınca '' Odaya gel bak sana bir şey
göstereceğim '' dedi. Aklımdan milyonlarca şey geçti. '' Acaba
neydi... Acaba neydi... '' Acaba acaba...
Odaya girdik ve UFO'nun
fişini kendine vurmaya başladı. Aşkım dedim '' Ne yapıyorsun?
Bırak şunu elinden.'' Belli ki vicdan azabı çekmiş kendini
cezalandırmak istiyordu. 'Aşkım dedim '' Kerbela anmasında
mısın? Zincir vereyim mi? '' Bunu yapmayı bıraktı. Acıtıyor mu
diye UFO'nun fişini kendime vurdum. Vurmasaydım keşke.
Daha sonra üst kattaki
kafeye gittik. İçeçekler önümüze geldikten sonra sevgilim hala
ağlamaya devam etti. '' Ya dedim olur böyle şeyler '' ( Görürsün
sen ) dedikten sonra birbirimize sarılıp ağlamaya başladık. '' Ben
ölürsem ne yaparsın? '' diye soracaktım ki böğürmesinden korkmuş
olmalıyım. Yaa... Bana öyle yaparsan böyle olur işte.
Salı, Şubat 03, 2015
Hakan Günday: Ziyan
Onlarca kez ölüp
onlarca kez dirilen, ölümle yaşamın kıyısında yaşayan insan
akli bağımsızlığını ancak kazanabilir. Saf ateşten olan acı,
insanı arındırmıştır. Cennet ve cehennemin renklerini görebilen
araf insanının korkacak neyi kalabilmiştir artık? Kontrolden
çıkmamak olsa gerek sadece.
Eleştirmek kelimesi
gürültü içinde mırıldanma gibi kalır. Objektif olmak, yüze
bir kova dolusu jilet boşaltılırken gözü açık tutmaktır. İşte
bu araf insanlarının yaptığı da ''Artık küfür etmiyorum size,
küfrün ta kendisiyim. ''
Ziyan; peygamber ocağının
içine nasıl sıçıldığının, yüzyıllarca saltanatla idare
edilmiş halkın modern tarzda bir padişaha ve saltanat arayışına
nasıl ihtiyaç duyduğunun haykırmasıdır. Daha kendi kadınlarını
yaşatmayı beceremeyen kürtlerin, günümüzde protestolarda öne
sürülen ve hiçbir değeri olmayan kürt çocuklarının yaşamından
da bahsediyor.
Çelişkiler, çelişkilere
küfürler... Düşünmeden yaşayan, vıcır vıcır fareler gibi
insanlar. Yeryüzüne yer çekimiyle zincirlenmiş delirmenin
eşiğinde araf insanları...
Acılar iyi '' maya ''
taşıyan insanı terbiye eder bunun aksisi devletine kurşun sıkan
hainlerdir. Çünkü bir devlet çöktüğü zaman herkes altında
kalır. Altında kalındığı vakit devlet yöneticileri can
pazarlığı yapar. Kendileri için.
Kitapta yapılan
empatiler, tarihteki çoğu yaraların kabuğunu kaldırıp tekrar
enfeksiyon kapmasını sağlayacak şekilde.
Benim empatimse şu:
Geçmişte, örneğin Çanakkale savaşında, on dakika sonra ölecek
askerlerden biri olsam geleceğe kaçıp benim üzerime basıp
geçecek kişileri tarayıp öyle ölmek isterdim. Özellikle kendi
ırkımdan olanları. Uğruna öldüğüm kişileri. Benim uğruna
aç kaldığım, esir düştüğüm, işkence görerek öldüğüm
nesiller, suni ideolojinin peşine düşmeyecek kadar akıllı
olmalıdır. Benim gibi onlarca kez ölüp onlarca kez
dirilmelidirler. Bağımsızlık savaşını köle ve sürüler için
vermiş olduğumuzu anlayınca Allah'ın yakasına yapışıp ne olur
onları yok et diye deliye dönerdim. Çünkü bu yük başka birşeye
benzemez. Geçmiş ve geleceğin, yeryüzünün ve gökyüzünün
yükü.
Çünkü daha bunun
altında ezilmemiş, kopyalayıp ezberlediği fikirlere saplanmış,
her gün tecavüzlere ve işgallere şahit olan, fakirlikle ve
aptallıkla dalga geçen, büzülmüş dantel gibi yanılmış bir
entel arafta kalanların ateşine ihtiyacı vardır. Ve bu kimsenin
özgürlükten bahsetmesi için belki bin yıla. Çünkü daha halkı
ikinci bir Atatürk aramakta. Bir kurtarıcı. Bir nevi takım
elbiseli padişah. Önce musibetler ve katliamlar, sonra bir ara
düşünülür azad edilip edilmeyeceklerine.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)