Pazar, Şubat 17, 2013

The Walking Dead


Zombi filmlerini bilen bilir, birden öldürücü virüs salgını patlak verir. Virüs bulaşan kişide aylak aylak ortalıkta gezinir. ‘’ Röüüww’’ ‘’ kırgkkk kırgkk’’ diye oraya buraya saldırır. Hayatta kalanlar  kafasına dibçiği indirir. Hep aynı konu üzerinde onlarca film çekildi. Çoğu da ses getirdi. Neden getirmesin ki?  Normal giden bir hayat akışında birden  insanlar birbirine saldırmaya başlar ya da sabah bir kalkıyorsunuz hayat cehenneme dönmüş. Hem de ne dönmek. Zombi felaketini yaşamasak da biz zombi severler, bu tür durumları hatim ederek yeterince olgunlaştık bu durum karşısısında. Altın kural: Silah kullanma çünkü zombiler sese gelir. 2. ise kafasına ateş et. Ölmüyorlar çünkü, öldürmeyen Allah öldürmüyor. Bazen bir şey dolanır zihinde, onu boş anlarında düşünürsün mesela uç gibi görünen global terör gibi, acaba yaşadığımız gerçek mi değil mi? Nedir bu tüm olanlar? gibi... Temellendiremezsin bunları, temellendirememek yok olmadığı anlamına da gelmez. Öyle anlamsız gibi görünen küçük küçük düşünceler bilinçaltı tarafından yenilir yutulur. Zihin başka uyarıcılara odaklanır vs. unutulur gider bir süre. Sonra bu tip düşünceleri yansıtan bir şey bulduğumuzda müptelası oluruz. Zombi filmleri sevenlerin de tutkusunu bu şekilde açıklayabilirim belki. Global terör korkusu. Her neyse de, zombi filmleri inkar edilemez derecede heyecanlı oluyor. Bir de yaşayanların ölülerden daha tehlikeli olduğu durumlar. Yapmayın böyle senaristler, zaten korkuyoruz. İnsanlar cici ve iyi. Öyle değiller. Sanırım. Son zamanlarda The Walking Dead dizisinin müptelası dünya çapında onbinlerce insan hop oturup hop kalktı. Dizinin karakteri Lori’ye küfür etti. Carl’a lanet okudu. Shane ile Rick izleyiciyi ikiye böldü. Zombi konulu filmler içinde en iyi yazılmış seneryo bence. Türk yapımı bir tek Zombilerin Düğünü diye bir zombi filmi duydum. Anlatanların yorumlarına bakarak duymamış  gibi davranmam lazım. İzlemeye cesaretim yok. Yok öyle bir film. 

Cuma, Şubat 15, 2013

Spartacus


Roma’nın zamanının devletlerine göre güçlü olduğu, sanatta  ileri olması, demokrasiye sahip olduğu, inşa ettiği binalar, yazdığı eserler köleleştirdiği insanları her daim gölgede bırakmıştır yüzyıllarca. Emperyalist sistemin Roma’daki uygulaması en vahşi ve gözle görülür cinstedir. Köle sistemi diğer devletlerde de vardı fakat İstanbul’daki Fransız Büyükelçisi ‘’ Vergennes’’ in damadı Baron de Tott, koca tarihi kapsayan sözüyle şunları demiştir: İtiraf etmeliyiz ki, kölelerine ve cariyelerine kötü davranan Avrupalılardır. Bunun sebebi de: Doğuluların köle satın almak için para biriktirmeleri, Avrupalıların ise para biriktirmek için köle satın almalarıdır. Roma kendi özgür vatandaşlarından  olmayanı köle ve hayvan gibi görür. Bazen de kendi vatandaşını bile borçlandırarak zorla köle yaparlar. Bunları karşılıksız işlerde çalıştırmak, utandıran görevler vermek, şiddet uygulamak, işkence yapmak ve daha niceleri. Gladyatör okulları ‘’ Ludus’’ da köleleri arena da dövüşmek için eğitirler, bir ölüm makineleri haline getirirler. Arenada toplanan  şehir halkı gladyatörler için bahisle para kazanma derdindedir. Arenaya çıkan köleler, yaşamak için rakibini öldürmek zorunda kalırlar. M.Ö 109 yıllarında Trakya bölgesinde yaşayan Spartacus Roma’ya esir düşer. Gladyatör okuluna verilir ve ondan zorla arenada savaşması istenir. Spartacus ismi Roma’nın ona verdiği isimdir. Kimse gerçek ismini bilmez. Yıllarca Ludusta eğitim gören Spartacus içinde buluduğu durumdaki kölelerin halini de gözlemlemektedir. Bu içler acısı durum Spartacus’u isyan çıkarmaya yönlendirir. Onun liderliğinde bir köle ordusu kurar. Gönderilen sayısız Roma ordusuna karşı üstünlük sağlar. Güney İtalya’ya hakim olur. Alp’lere doğru koşar. Alp'lerden sonra özgürdürler fakat ordunun çoğu İtalya’da kalmak ister. Bu onların sonu olur. Roma senatosunun gönderdiği orduyu yenemezler ve 6000 kişi çarmıha gerilir. Spartacus’a ne olduğu bilinmez ama kendi kuvvetleriyle kuşatmayı yardığı bilinir. Spartacus tarihte bir çok kişiye ilham kaynağı olur. Sol literatur ona sahip çıkar. Dizilere, filmlere, kitaplara vs. konu olur. Spartacus’un Trakya topraklarında yaşayan  türk soyundan geldiği büyük bir ihtimaldir. Çünkü Traklar Ural - Altay dil grubuna ait dili konuşurlar. Avrupalılar emperyalistçe davranarak onu kendilerine lanse etmeye çalıştıysalar da dil konusunda sınıfta kalıyorlar. Traklar Orta Asya’dan gelip Trakya bölgesine yerleşen göçebe bir topluluktur. Kırklareli, İslambeyli Köyü yöresinde yaşayan Trak kökenli Parparalar vardır. Spartacus tarih boyu Türk’ün sergilediği karakterin tamamını taşımaktadir.

Salı, Şubat 12, 2013

Dexter


Başrolde  Michael C. Hall’in oynadığı Dexter dizisi 2006 yılında gösterime girdiğinden beri 2012 yılında hala ilgiyle izlenmektedir. Dexter Morgan değerleri olan seri katildir. Gündüzleri adli tıp polisidir. Geceleri ise avının peşine düşer. Küçük yaşta annesi öldürülür ve Harry Morgan tarafından büyütülür. Öldürme tutkusunu küçük yaştan itibaren eğiterek sadece yasaların boşluğuyla paçayı kurtalaran katilleri avlamaktadır. Dexter dış görünümünde o kadar sakin ve uyumlu bir profil çizer ki en şüpheci beyinlerin bile kör noktasındadır. Katil olduğundan dolayı kimseyle derin bir ilişkiye giremez. Yüzeysel ilişkilerde büyük sancılar çeker ve ikilemlerde kalır. Günümüzde yaşanan ilişkiler ağır eleştiri altındadır. Kimseye yaklaşamaz çünkü  açık vermemesi için altın kuralıdır. Dizide geçen iç konuşmaları yüreğe dokunuyor ve kimsenin sormak istemediği,  sorsa da cevabını bulmaktan korktuğu sorular her fırsatta zihninde cirit atıyor. Gündüz ve gece profillerini çizerken Dexter, seyirciyi hop kaldırıp hop oturtuyor. Seneryo her ne olursa olsun Michael,  haksızlığa karşı içimizdeki yangını oynuyor. 

Pazar, Şubat 10, 2013

Philosophy of a Knife




Hakkında pek fazla belgesel ve film  olmamasına ve kitaplarda pek yer almamasına rağmen Birim 731 duyanların kanını dondudaracak nitelikte. Rus yönetmen Andrey İskanov bu filminde Japon militarizminin ve emparyalizminin ne kadar korkunç boyutlara ulaştığını sergiliyor. Korkunç demek, kan donduruyor demek kişisel bir yorum olabilir fakat izledikten, okuduktan sonra hak vereceğinize inanıyorum. 2. Dünya savaşı sırasında Japonlar Çin’in Mancurya bölgesini işgal eder ve orada Korgeneral  Shirō Ishii yönetiminde 731 kişiden oluşan birim kurulur. Bunların içinde doktorlar, hemşireler ve askerler bulunur. Mancurya bölgesinden içlerinde çinli, rus, yetişkinlerin ve çocukların bulunduğu, sayıları 3.000 ve 12.000 arasında olan esirleri bu bölümde tutsak eder. Esirlere Maruta yani Japon Odun Kütüğü deniyordu. Amaç burada insan dayanıklılığını ölçmek, biyolojik ve kimyasal silahlar yapmak. Bunlardan bazıları ise, anestezi olmadan esirin organlarını çıkarmak, esirleri aç ve susuz bırakarak ne kadar zamanda öleceğini hesaplamak, esirlere bulaşıcı hastalıklar bulaştırmak ve canlı insanın üzerinde bakteri üretmek. Haşlamak , dondurmak ve daha niceleri… Mancurya bölgesinin halkı bu birimden pek haber alamıyordu fakat oradan korkuyorlardı. Trene binen, uzaklardan gelen kamyon dolusu insan bir daha çıkamıyordu birimden. Hiroşima’ya atılan atom bombasına ve Sovyet ordusunun Mancurya bölgesine girene kadar birim çalışmalarına devam etti. Zor durumda kalan Japon Komutanlığı esirleri zehirledi ve birimi imha etti. Birimin etrafında çalışan 600 çinli makinalı tüfekle öldürdü. Japonya savaştan sonra mahkemelerce yargılanmadı. Japonların edindiği bilgileri önemli bulan Amerika ve Rusya bunları aralarında paylaştı. Daha sonra Amerika bu bilgileri Vietnam savaşında kullandı. Bir çok alanda özellikle ilaç endüstrisinde yararlı olduğu düşünüldü. Philosophy of a Knife - Andrey Iskanov filmi  

Sevme Sanatı


Sevginin gücünü içeren eserlere, sözlere çoğu kişi gıpta ile bakmıştır. ‘’ Adam doğru söylüyor! ‘’ ‘’ Gerçekten hata yapıyoruz.’’ Dedirten etkileyici sözlerle bezenmiş sevgi kapsülleri,  ortalıkta söylenmekten, sosyal medyada paylaşılmaktan öteye gidemiyor. Söylenenin ağırlığını taşımak şöyle dursun, sorgulanmıyor bile. Sadece ben buna sahibim izlenimi vermeye yarıyor. Etrafta sevgiye sahip model görememektendir ya da sevgiyi dikte edenin yaptığı yanlışlar, dikte edileni hayal kırıklığına uğratıyordur. Hayal kırıklığına uğratmayan nadir yazarlardan Erıch Fromm, Sevme Sanatı’nı 1956 yılında yayınladı. O günden bugüne çok eleştirildi. Sevgiye dair ve sevgide yol gösteren kitapların ilki sayılır. Kitabında, sevginin özgürleşerek, anne ve baba sevgisinden kurtularak ancak kazanıldığını, akla dayalı ve bilgiyle beslenen sevginin diğer sevgi türlerine göre daha evrensel ve samimi olduğunu savunuyor. İnsanları sevgisizliğe iten kapitalizmi ve başarısızlığa sürükleyen anne baba sevgisini, tabulara dayanan tanrı sevgisini eleştiriyor. Sevginin, zaman içerisinde ne kadar canlı ve tutkulu kalabildiğini onun gerçekliğiyle ölçüyor.
 evginin gücünü içeren eserlere, sözlere çoğu kişi gıpta ile bakmıştır. ‘’ Adam doğru söylüyor! ‘’ ‘’ Gerçekten hata yapıyoruz.’’ Dedirten etkileyici sözlerle bezenmiş sevgi kapsülleri,  ortalıkta söylenmekten, sosyal medyada paylaşılmaktan öteye gidemiyor. Söylenenin ağırlığını taşımak şöyle dursun, sorgulanmıyor bile. Sadece ben buna sahibim izlenimi vermeye yarıyor. Etrafta sevgiye sahip model görememektendir ya da sevgiyi dikte edenin yaptığı yanlışlar, dikte edileni hayal kırıklığına uğratıyordur. Hayal kırıklığına uğratmayan nadir yazarlardan Erıch Fromm, Sevme Sanatı’nı 1956 yılında yayınladı. O günden bugüne çok eleştirildi. Sevgiye dair ve sevgide yol gösteren kitapların ilki sayılır. Kitabında, sevginin özgürleşerek, anne ve baba sevgisinden kurtularak ancak kazanıldığını, akla dayalı ve bilgiyle beslenen sevginin diğer sevgi türlerine göre daha evrensel ve samimi olduğunu savunuyor. İnsanları sevgisizliğe iten kapitalizmi ve başarısızlığa sürükleyen anne baba sevgisini, tabulara dayanan tanrı sevgisini eleştiriyor. Sevginin, zaman içerisinde ne kadar canlı ve tutkulu kalabildiğini onun gerçekliğiyle ölçüyor. 

Perşembe, Şubat 07, 2013

Otomatik Portakal


Yönetmenliğini Stanley Kubrick’in yaptığı, Anthony Burgess’in aynı adlı kitabından uyarlanan, 1971 yılında gösterime giren  Amerikan filmidir. Ahlaki değerlerin birbirine karıştığı, iyi ve kötü kavramlarının evrensel anlamlarını kaybedip bireysel çıkarların aleti olduğu bir toplumda, gençlerden oluşan 4 kişilik çetenin düştüğü durum ve o çete içinde liderlik konumunda olan Alex tutuklandıktan sonra topluma kazandırılma macerasını anlatır. Yani çarpıklık içinde çarpıklıktır. Böyle bir kaos içinde yargı da nasıl sağlıklı olabilir ki? Britanya’da endüstri sonrası gelişimler filmde bir tane aklı başında adam bırakmamıştır.İşin ilginç yanı ise gündelik hayata çok benzemektedir. Çoğu insan bir çetenin mensubu değil, devamlı tutuklanmıyor da fakat Alex’in hapishanede topluma kazandırılma amacıyla yaşadıkları, günümüz insanına uygulanan yönlendirici, beyin yıkayıcı etmenler ne kadar da benzemektedir. Çoğu insanın duydukları gördükleri karşısında süt dökmüş kedi gibi olmaktan başka çareleri kalmıyor. Ne savaşa girmesine gerek kalıyor ne de bir kötülüğün, suçun üstüne gitmesine. Daha başlamadan yorgun düşüyor insanlar. Bazıları televizyona suç atar, ‘’ Ne biçim diziler! ‘’ ‘’ Ne saçma programlar!’’ Biliriniz ki bu arz talep meselesidir. İnsanlar bunları izlemeye mecbur bırakılıyor. Haberleri izlemekten hoşlanmazlar, gazete okumayı sevmezler çünkü hepsi  tehdit ediyor. Zaten para kazanma kaygısı olan insanlar bu tip olayları duymaktan hatta çarpıtılmış, karartılmış, üzerinde oynanmış, yalan yanlış… Nefret ediyorlar. Bir suçlunun yaratılması asıl suçken, cellatlar fellik fellik suçlu ararlar suçunu kabul ettirirler çünkü o suçlu da doğuştan suçlu olacağını kabul etmiş. Rahattır Alex. Özgür olduktan sonra yeni suçlarını işlemesi için toplum onu işlemeye devam edecektir. 

Çarşamba, Şubat 06, 2013

Salo - Sodom'un 120 günü

Sadizmin, ahlaksızlığın atası ve erotik edebiyatın etkileyici ismi, fransız aristokrat Marquis de Sade’ın 1785 yılında yazdığı Sodom’un 120 günü kitabının 1940’lı yıllara uyarlamasıdır bu film. 1975’de italyan, fransız ortak yapımı olan filmin yönetmeni Pasolini, film gösterime girmeden öldürülmüştür. Türkiye’de film festivallerinde 2 kez gösterime girse de bir çok ülkede sadizmin dozu nedeniyle yasaklanmıştır. Olaylar 1944 yılında Nazi Almanyası'nın kontrolünde Kuzey İtalya'da kurulmuş kısa ömürlü bir kukla devlet olan ve "Salò Cumhuriyeti" olarak da bilinen Faşist İtalyan Sosyal Cumhuriyeti'nde geçer. Filmde II. Dünya Savaşı 'nın son günlerinde Faşist İtalya'da çöküşün eşiğindeki dört varlıklı seçkinin genç kız ve erkekleri şatolarında tutsak ederek 120 gün boyunca onlara fiziksel, ruhsal ve cinsel işkence uygulamaları anlatılmaktadır. Şavaş sonunda, ailesini, babasını ya da onu koruyan insanlardan yoksun kalan gençler kaçırılır. Passolini’nin de o dönemde yaşamış olması ve tutuklanması ağabeyinin de öldürülmesi düşündürücüdür. Film yayınlanmadan önce Passolini’nin öldürülmesi de kafa karıştırmaktan öte filmdeki olayları doğrular nitelikte yoksa, sadist ya da değil, ahlaklı ya da ahlaksız her türlü olgunun para kazanma amacı olarak güdüldüğü çağda, Passolini’nin filmi biçilmez kaftan olabilirdi. Buna benzer esir istismarını adı sanı pek duyulmamış Unit 731 filminde de görüyoruz. İkisinin ortak özelliği, savaş sonralarında savunmasız kalan insanların, esir düşenlerin hiç bir kaygı taşınmadan, insan onuruna tamamıyla ters düşen şekilde yok edilmeleridir. Ne kadar yönetmenlerin, yazarların bunları su yüzüne çıkarma çabaları başarılı olsa da, bunları örtbas etme gücü daima üstün olmuştur. İnsanlığı kölelikten, esirlikten kurtaran liderlere çamur atan insanlar ve onlara tepki vermeyen insanlar, savaş çığırtkanları, bu tarihin sessizce yuttuğu insanları araştırmaya ve de izlemeye biraz olsun cesareti olmalıdır. Gücün yanında kendinin güvende olduğunu düşünen insanlar bu çarkta nelere sebep olabileceğini bir kez olsun hayal etmelidir. Türk milletini esirlikten ve kölelikten kurtaran Mustafa Kemal Atatürk’e minnettarım.