Perşembe, Şubat 26, 2015

Aşk Meşk

Aşkı hormonal tepkimeler deyip bir kenara atmamalıyız aslında. Hayatı yaşabilir kılan, öyle ya da böyle sevmeyi öğreten deneyim. Özenlice kurulmuş masada bardakları devirmek ya da teoriyi alt eden pratik gibi. Neden başkaları bu hisleri tetiklemiyor da neden bir kişiye mahsus oluyor bunu yapabilmek? Belki doğru anahtar aşık olunan kişidir. Biz de kapıyızdır. Güzelliklere açılan kapı. Bu dengenin genlerle alakasının olup olmadığı da muamma.Yaratılanın güzelliğine ve mükemmelliğine böyle varıyoruzdur. Ona gerçek değeri ister istemez veriyoruzdur. Aşık olunan kişinin sahip olduğu uyuma saplanıp kalıyoruz. Saçlarından yüzüne, yüzünden omzuna, ayaklarına kadar. Böyle bir şey nasıl olabilir diye ilk kez insan görmüş gibi izlemekten haz alıyoruz. Aşık olunanın gözlerine bakarken kişi kendini hissetmiyor. Bunca zaman hiç var olunmamış, varlık onda toplanmış. Bu noktada araya hiçbir şey girmemelidir. Kıyafetler bile. Bu durum kısa sürer ve dünyevi şeyler, nefsimiz girer. Bu hayranlık ve keşif yerini tedirginliğe bırakır. Kişi kendinin var olduğunu hissetmesi aşık olunan kişinin insan olduğunu fark edince ortaya çıkar. Birlik bozulur ve tekrar bir olmak için sarfedilen çabalar yerini rezil savunmalara, mükemmelliyete yakışmayacak durumlara bırakır. Kalp kırıklığı dünyanın altında kalmaya benzer. Bu artık aşk değildir. Nefes almayı sağlayan taze oksijen artık yakıcı hidrojen olup gözlerin kızarmasına neden olur. İşte aşk bu kadar kısa ömürlü ve kırılgan. Bedeli ne olursa olsun kapı açılmış, kişinin sevme yeteneği biraz daha keskinleşmiştir. Yüksek dozda aşklar farklı boyutlara kayıyor. Kesinlikle bu kadar devasa hislerin bazı kişilerin haketmediği anlaşılır. Kişi hisleriyle baş başa kalır. Duygu var ama ona yakıştıracak nesne yoktur. O zaman anlaşılır ki bu aşk başka bir şeye ait. Dünyadaki varlıklardan daha üstün varlığa. Onu asla kırmayacak, kırılmanın olmadığı, devamlı tazelenmenin olduğu. Tazelendikçe daha çok aşık olunan varlığa ait olduğunu. Gülün yaprakları arasından çıkan kokunun yokluk mutluluğu ya da güneş batarken denizin üzerinden sürünüp gelen yel gibi ruhu parlatıp, güneşi yakalamak için denize koşma gücü veren olmalı. Gerçek aşkın gölgesi bazılarının üzerine düşer. Burada bir olma provası yapılır. Sadece provadır. Kalbimiz kırıldığında denizin üzerine bırakmalıyız hislerimizi güneşe koşup yanması için. Kırılmış kapıdan ibaret olan kalbimiz artık açık kalmıştır. Güzellikler artık herkese açıktır. İkinci bir kırılma mümkün değildir en fazla kapı sökülüp atılır. Gerçek tazelenme bahçeden gölgesini esirgemez. Koparılsa da yine yeşerebilir. Gözyaşları bütün bahçeyi yeşertmek için yeterlidir. Doğanın basit kanunudur. Fakat insan yapımı olan ve yine insan tarafından kırılıp söküp atılan kapı yoktur artık. Hayat önümüze ne getirirse onu yaşarız. Yeşeririz, kururuz. Prova ve palavra bitmez.   

Pazar, Şubat 22, 2015

Kabala Öğretisi Dizisi: The Lost Room

Yine kabala öğretisi dizisiyle karşı karşıyayız: The Lost Room. Dizi bir oda ve bu odadaki olağandışı güçlere sahip günlük objeler etrafında geçmektedir. Baş kahraman Joe Miller, odada kaybolan kızı Anna'yı kurtarmak için bu objeleri araştırmaktadır. 1960'larda Route 66'da tipik bir motel iken bir yıl sonra "olay" adı verilen durum sonucu gerçek zaman ve uzayın dışında bir kayıp oda belirmiştir.
Sci-Fi Channel'ın oldukça ses getiren 2006 yapımı bu 3 bölümlük mini dizisi IMDb'de 8.2 puan almıştır ve Lost Room bugüne kadar Sci-Fi Channel'ın hazırladığı en iyi dizilerden biri olarak gösterilmektedir.




İz sürücüler sembollere ve artık tılsımlaşmış sembollere dikkat eder. Tılsımsa bir nevi kodlamadır. Kodlama da bilgilerin sıkıştırılmış ve kısa halidir. Haliyle gizem kazanıyor ki bu kodlamalar yıllarca kullanılıyorsa, sıradan görünen sayılar ve semboller beyin enerjisini hedef almışsa. Bunun açık örneği 11 Eylül saldırıları öncesinde yapılan operasyonlardır. Araştıran bulacaktır. Artık bilinen gerçek ki çok tutulan herhangi bir eser; kitap, sinema, müzik de dahil  kabala gibi öğretiye hizmet etmek ya da kapalı anlamda siyasi propaganda yapma amacı taşır. Çoğunluğu böyledir.




The Lost Room'a gelecek olursak: Dizide Hayat Ağacı ( Allah'ın gizemlerini ve insanın çakra haritasını taşıyan ) sayıların ve gezegenlerin olduğu haritadaki sayıları görecektir. Olmayan sayıyı da. Örneğin Allah'a ulaşma anlamı taşıyan on rakamını da.




Her şeyin başlangıcı denilen yerde bir motel vardır ve odalar bir numaradan dokuz numaraya kadar sıralanmıştır. Onuncu oda çalınmıştır. Motelin adı ( Sunshine ) Güneş logosu taşıyor. Güneş'in kabalacılarda Baal Marduk'un Güneş hali. Ne anlama geldiğini araştıranlar bulacaktır.




İşte bu odalarda bazı maddeler insanlara doğa üstü yetenek veriyor. Örneğin: Tarak, zamanı durdurma. Anahtar: Boyut değiştirme. Bilet: Mekan değiştirme, herşeyin başladığı yere dönme. Ve tabiki de göz. Ve bu maddeler sanki beynin sahip olması gerektiği ve sahip olabileceği özellikleri konu ediniyor ve bazı maddeler özellikle baş bölgesi kullanılarak çalışıyor. Ve dizinin sonunda kişi kendini asıl madde yerine koyarak istediğini almak için kendini feda ediyor. Bir nevi de ruhunu satıyor.




Hakan Yılmaz Çebi de Medyada '' Cinlenmek Güzeldir '' propagandası yapıldığını ileri sürmüştü. Bizim medyamıza baktığımızda olayın tersi gibi durumlar var. Mesela son zamanlarda çekilen büyü, cinler, büyücülük gibi filmler insanı büyü yaptırmamaya ve ondan alıkoyma amacı güdüyor. Yaşanan rezaletleri ve cehaletleri de göz önüne seriyor. Yalnız atladıkları bir nokta var. Ezan sesini korku unsuru olarak kullanan yönetmeler acaba ne yaptığının farkında mı?





Bana '' Hadi Oradan komplocu '' diyen ununu elemiş duvara asmış. Hayat ağacının şifresini çözmüş beni beğenmiyor olmalı. Daha kendi beynimizi çözemedik. Doğru. Çözmüş olabileceğini düşünenler de artık metafizik boyutla, bilinçaltıyla çalışıyor. Rüya istihbaratları, askeri deneyler, metafizik istihbaratlar, beyin algı yönlendirme, CIA alıcı – verici beyin dalgası işkenceleriyle delirenler ve bu işkencelerden '' La ilahe İllallah '' diyerek kurtulan kişi de var. Nasıl kurtulduğuysa insanın aurası koruma kalkanıyla alakalı. Nazardan korunma da buna örnektir. 

Çarşamba, Şubat 18, 2015

Unutmak

Unutmak... Tıkanan soba bacası gibi damarların is ve kömürle dolması. Bağlantı kuracak ne varsa sıkmak, kangren olmasını beklemek. Unutma isteğinin sarmaşık gibi her şeyi sarması. Ruhu vücuduna hapsetmek. Düşünceye düşman, körlükle barış içinde yaşamak. İste iyi olmanın yollarından biri de bu. Biriyle küs olduğumuzu unutturan ilahi ışığın fosfordan yansıması için plastiklere ihtiyacı var artık. Deniz kabuğunun içine girip kaybolamıyoruz ya da bir balığın peşine takılıp gidemiyoruz. Yansıtılan o kadar çok ki ışığın nereden geldiğini göremiyoruz. Unutmak... Raylardaki birbirine paralel levhaların gittiği yere kadar sayacak hafifliğe ulaşmak. Duyularımızı keskinleştiren kokuların burnumuza bir şeyler fısıldadığını unutmak için çiçeklerin üzerine asfalt dökmek. Asfaltlarla kilometrelerce yol yapıp gökdelenin tepesine kadar çıkmak. Ne kadar yol yaptığımıza bakmak için dönüp sırtımızı havadan ibaret yola bırakmak. Unutmak çalışmak, unutmak öfke, unutmak beyindeki bütün renkleri öldürüp dışındakileri boyamak. Daha çok boyaya ihtiyaç duymak. Bütün gerçekliği boyamak. İşte iyi olmanın yolu bunlardan biri. Duvarlar örüp üzerini sıvayla kapladığımız, siyaha boyadığımız duvarı delip geçen ışık, çocuğun aynayla yüze yansıtma oyunları oynaması gibi sinir bozucu bazen. '' Kim yapıyor bu aptalca oyunu? '' diye sokaklara çıkmak
soruyu unutup bir arabanın sarsıntısında kendine gelmek unutmak. Unutmak tekrarla aklı felce uğratıp bir pazarlama şirketinin kölesi olmak, anlamazla sonsuz tartışmaya girmek. Ağlamayı unutmak. İlahi ışığın içeri girip aşamayacağı kadar taşlaşıp medeniyetin altında kalmak. Dünyanın çekirdeğine inilse bile bulunamamak.  

Salı, Şubat 17, 2015

Hakan Günday: Malafa

İnsanın ilk öğrendiği şey; neden ve sonucu birleştirmek, düşünmektir. İlk unuttuğuysa düşünmektir. Düşünceden uzaklaşıldıkça neden ve sonucun arasına öncelikle gündelik yalanlar girer, daha sonrasında hayat boyu sürecek kendinden kaçışın sığınağı olan zehirli dikenlerle kaplı bağrıyla bekleyen kapitalizm.

Malafa; günde milyonlarca dolar ticaret yapabilen turizm merkezlerindeki tezgahtarları anlatmış.
Tezgaha tezgah atanlar, tezgahın altında kalanlar, üstünde sevişenler ağa yakalanan '' Ahçik'' lerin kazıklanabildiği kadar hayatta kalabilirdi.


Turizme çıplak bakış ve yine can alıcı aforizmalar var. Her tezgahtarın tezgahtar olması için geçmişinde büyük başarısızlıklar ve günahlar olmalıdır. İnsanlığın düştüğü tezgahta satın almaktan başka çare yoktur.  

Cumartesi, Şubat 14, 2015

Khaled Hosseini: Uçurtma Avcısı

Uçurtma Avcısı'nı okuyanlar Khaled Hosseini'nin hayatıyla ilgili büyük ölçüde benzeşen ögeleri görecektir. Afgan kültüründe ve sosyal yaşamındaki çelişki ve çarpıklıklarına acımasızca yaklaştığı açık ama Bin Muhteşem Güneş'te de görüldüğü gibi Amerika'nın propagandasını yapmaktadır. Örneğin: Rusya yıkım getirirken Amerika kaçış yeridir ve sanki terör olaylarıyla alakası yoktur. Belki kendisi Amerika'da doktorluk mesleğini yaptığı için oraya eleştiride bulunamamıştır ve hıncını bunları hak eden Afgan halkından çıkarmaya çalışmıştır. Yaptığı bu ikili yaklaşım göze batan şekilde ve bu kitap sekiz milyon satmıştır. Kurgudur, romandır vs. Fakat bu da algı yönlendirmesidir.

Her iki kitapta aynı yaklaşımlarda bulunması tıpkı dünyaca ünlü vasat yıldızların yapması gereken görevlerden birine benziyor. Reklam, yönlendirme, istenilen mesajı verme vs...


Sürükleyicilik yıkımdan beslenmiş. Yoğun çarpıcılık kitabı boğmuş ve okunamaz hale getirmiş. Eleştirdiği Afgan halkından farkını göremedim. Bu da Ermeni soykırımını kabul ettiği için Nobel ile ödüllendirilen Orhan Pamuk'a benzemiyor mu? Zaten bu kitap da Penguin/Orange Readers grup ödülünü almış. Sinema için biçilmiş kaftan. Ağlamak isteyenler için ideal. Tescillenen eserlere şüphe ile bakmalıyız ve kesinlikle populerizm kaygımız olmamalı.   

Salı, Şubat 10, 2015

Piskopat Anılar - Olur Böyle Şeyler

Bursa karlar altındaydı. Yolda zar zor yürüyorduk. Sevgilimle beraberken yanında düşmekten korkuyordum. Buna rağmen sevgilim onunla yürürken beni bilerek itekliyordu. Tavuk gibi çırpınıp ona düşmemek için tutunmam sadistçe zevklerinden biriydi.

Bir ara Edirne yine karlıydı. Yanında güzel görünmek için sivri topuklu çizme giymiştim. Fakat bunu fırsat bilip cadde boyunca kolumu bükerek yürüttü. Hem gülmekten kaslarım gevşediği için yürüyemiyordum hem de botlarım ayaklarımın altında sürükleniyordu. '' Yapma ''  dedim '' Etme ''  dedim '' Bak seni öldüreceğim! '' dedim. Dinlemedi. Sular ve karlar içinde kaldım.

Bir gün yine karlı bir gündü. Sevglim amfi tiyatro binasında arkadaşlarıyla beraber grup çalışması yapıyordu. O gitar çalıyordu. Onu dinlemek için sık sık giderdim. Onu çalarken izleyip hem de bana yaptıklarının hesabını sormak için boş anını bekliyordum. Bunu sezdiği için arada bir beni kesiyordu. Ama ne kabloyu çekecek fırsat bulabildim ne de şarkıyı berbat edecek bir hamle. Çalmayı bitirdikten sonra '' Çok güzel çaldın aşkıııım '' deyip şaka amaçlı bir kere vurdum. O da aynı ölçüde karşılık verdi. Sonra bu nasıl olduysa bir kavgaya dönüştü ve biz ağız burun birbirimize girmeye başladık. Ben yere düştüm. Sevgilim belime tekme attı. Ben ağlamamak için kendimi zor tutup kendimi koridora attım. '' Haha!  Bir şey yok ya. Ne kadar elin ağırmış aşkım. '' desem de '' Eve gitçem ben yaaa!! '' diye ağlamaya başladım. Beni durdurmaya çalıştı. Koridorda koşuştuk. Beni zor yakaladı. Ama ben eve gitmeyi kafama koymuştum. Hem onu dövememiştim üstüne dayak yemiştim. İçime çok oturmuştu. Sandalyelerde adliye binasında oturur gibi burnumu çekip ağlıyordum. Arkadaşı olan Mehmet gelip '' Ya olur böyle şeyler '' dediyse de olayın şokunu atlatamamıştı. Herkes çıkınca '' Odaya gel bak sana bir şey göstereceğim '' dedi. Aklımdan milyonlarca şey geçti. '' Acaba neydi... Acaba neydi... '' Acaba acaba...

Odaya girdik ve UFO'nun fişini kendine vurmaya başladı.  Aşkım dedim '' Ne yapıyorsun? Bırak şunu elinden.'' Belli ki vicdan azabı çekmiş kendini cezalandırmak istiyordu. 'Aşkım dedim '' Kerbela anmasında mısın? Zincir vereyim mi? '' Bunu yapmayı bıraktı. Acıtıyor mu diye UFO'nun fişini kendime vurdum. Vurmasaydım keşke.


Daha sonra üst kattaki kafeye gittik. İçeçekler önümüze geldikten sonra sevgilim hala ağlamaya devam etti. '' Ya dedim olur böyle şeyler '' ( Görürsün sen ) dedikten sonra birbirimize sarılıp ağlamaya başladık. '' Ben ölürsem ne yaparsın? '' diye soracaktım ki böğürmesinden korkmuş olmalıyım. Yaa... Bana öyle yaparsan böyle olur işte.  

Salı, Şubat 03, 2015

Hakan Günday: Ziyan

Onlarca kez ölüp onlarca kez dirilen, ölümle yaşamın kıyısında yaşayan insan akli bağımsızlığını ancak kazanabilir. Saf ateşten olan acı, insanı arındırmıştır. Cennet ve cehennemin renklerini görebilen araf insanının korkacak neyi kalabilmiştir artık? Kontrolden çıkmamak olsa gerek sadece.

Eleştirmek kelimesi gürültü içinde mırıldanma gibi kalır. Objektif olmak, yüze bir kova dolusu jilet boşaltılırken gözü açık tutmaktır. İşte bu araf insanlarının yaptığı da ''Artık küfür etmiyorum size, küfrün ta kendisiyim. ''

Ziyan; peygamber ocağının içine nasıl sıçıldığının, yüzyıllarca saltanatla idare edilmiş halkın modern tarzda bir padişaha ve saltanat arayışına nasıl ihtiyaç duyduğunun haykırmasıdır. Daha kendi kadınlarını yaşatmayı beceremeyen kürtlerin, günümüzde protestolarda öne sürülen ve hiçbir değeri olmayan kürt çocuklarının yaşamından da bahsediyor.

Çelişkiler, çelişkilere küfürler... Düşünmeden yaşayan, vıcır vıcır fareler gibi insanlar. Yeryüzüne yer çekimiyle zincirlenmiş delirmenin eşiğinde araf insanları...

Acılar iyi '' maya '' taşıyan insanı terbiye eder bunun aksisi devletine kurşun sıkan hainlerdir. Çünkü bir devlet çöktüğü zaman herkes altında kalır. Altında kalındığı vakit devlet yöneticileri can pazarlığı yapar. Kendileri için.

Kitapta yapılan empatiler, tarihteki çoğu yaraların kabuğunu kaldırıp tekrar enfeksiyon kapmasını sağlayacak şekilde.

Benim empatimse şu: Geçmişte, örneğin Çanakkale savaşında, on dakika sonra ölecek askerlerden biri olsam geleceğe kaçıp benim üzerime basıp geçecek kişileri tarayıp öyle ölmek isterdim. Özellikle kendi ırkımdan olanları. Uğruna öldüğüm kişileri. Benim uğruna aç kaldığım, esir düştüğüm, işkence görerek öldüğüm nesiller, suni ideolojinin peşine düşmeyecek kadar akıllı olmalıdır. Benim gibi onlarca kez ölüp onlarca kez dirilmelidirler. Bağımsızlık savaşını köle ve sürüler için vermiş olduğumuzu anlayınca Allah'ın yakasına yapışıp ne olur onları yok et diye deliye dönerdim. Çünkü bu yük başka birşeye benzemez. Geçmiş ve geleceğin, yeryüzünün ve gökyüzünün yükü.


Çünkü daha bunun altında ezilmemiş, kopyalayıp ezberlediği fikirlere saplanmış, her gün tecavüzlere ve işgallere şahit olan, fakirlikle ve aptallıkla dalga geçen, büzülmüş dantel gibi yanılmış bir entel arafta kalanların ateşine ihtiyacı vardır. Ve bu kimsenin özgürlükten bahsetmesi için belki bin yıla. Çünkü daha halkı ikinci bir Atatürk aramakta. Bir kurtarıcı. Bir nevi takım elbiseli padişah. Önce musibetler ve katliamlar, sonra bir ara düşünülür azad edilip edilmeyeceklerine.